İstanbul Gedik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Selim Sezer, 30 Mart Filistin Toprak Günü’nde İsrail’in Filistin topraklarını yıllar içinde nasıl işgal ettiğini AA Analiz için kaleme aldı.
***
30 Mart Filistin Toprak Günü, 15 Mayıs Nekbe (Felaket) Günü’yle birlikte Filistinlilerin ulusal kimliği, varoluş mücadelesi, sembolleri ve kolektif hafızası açısından en önemli iki tarihten biridir. Filistin Toprak Günü’nün kökeninde 30 Mart 1976’da İsrail’in Filistinlilere ait binlerce dönümlük arazilere el koyma girişimlerine karşı gerçekleşen grev ve yürüyüşler bulunuyor.
-Filistin Toprak Günü nasıl doğdu?
1976 itibariyle Filistin topraklarının tamamı İsrail işgali altındaydı ve Filistinli çiftçilere ait arazilere sıklıkla el konuluyordu. O yıl yeni bir müsadereye karar verilmesi sonrasında Filistinliler, güneyde Nakab’dan kuzeyde Celile’ye kadar pek çok yerde artan toprak gasplarına karşı seslerini yükseltti. Yürüyüşler esnasında İsrail askerlerinin halkın üzerine ateş açması sonucunda 6 Filistinli hayatını kaybetti ve yüzlercesi yaralandı. O günden beri her yıl 30 Mart’ta Filistin Toprak Günü, İsrail’in artan toprak gasplarına karşı bir mücadele günü olarak anılıyor.
Diğer yandan 1976 yılında yaşananlar, İsrail’in Filistinlilerin topraklarına el koymasının ilk örneği olmadığı gibi son örneği de değildir. Nitekim bütün bir 20. Yüzyıl tarihi İsrail’in hem siyasi otoriteyi güç kullanarak ele geçirme hem de halkı mülksüzleştirme anlamındaki toprak gasplarıyla doludur.
-Adım adım işgale giden yol
Yaygın spekülasyonların aksine, Osmanlı egemenliğinin son dönemine kadar Yahudi Ulusal Fonu, Filistin’deki arazilerin yüzde 2’den daha azına sahipti. Bu toprak edinimleri ağırlıklı olarak 19. Yüzyıl ortalarından itibaren devletten düşük bedeller karşılığı toprak satın alan ve Filistin’de yaşamayan Lübnanlı ve Suriyeli tüccar ailelerinin ilk Siyonist kafilelere şişirilmiş fiyatlar karşılığında arazileri satmasıyla mümkün oldu. Toprağı işleyen Filistinli köylüler ise gösterdikleri dirence rağmen bu arazilerden zorla çıkarıldı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Filistin’de kurulan Britanya manda yönetimi yerli halkın artan tepkilerine rağmen toprak transferlerini hızlandırdı ve kolaylaştırdı. Ancak 1947 yılı itibarıyla Yahudi Ulusal Fonu mülkiyetine geçen arazilerin Filistin’deki arazilerin toplamına oranı hala yüzde 7’nin altındaydı.
Buna karşın 29 Kasım 1947 tarihinde Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda 13’e karşı 33 oyla kabul edilen Taksim Planı, Filistin’in yüzde 55’lik kısmının Yahudi Devleti’ne verilmesini kararlaştırdı. Zahiren kararı destekleyen David Ben Gurion liderliğindeki Siyonistler gerçekte bundan çok daha geniş bir toprak parçasına sahip olmak için yıllardır hazırlık ve plan yapıyordu. 1948’in nisan ayında Irgun, Haganah ve Lehi örgütleri Filistin köylerine saldırılar düzenleyip köyleri ele geçirmeye ve yerli nüfusu sürgün etmeye başladı. Mayıs ayında “resmen” patlak veren Birinci Arap-İsrail Savaşı sona erdiğinde ise Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs dışındaki tüm topraklar İsrail’in eline geçti. Yüzbinlerce Filistinli ise göçe zorlandı.
-İsrail’in toprak gaspında kanun kılıfı
İsrail’in devlet ilanı sonrasında mülkiyeti halen Filistinlilere ait olan topraklara “yasal” yollarla el koyma süreci başladı. Bu doğrultudaki ilk büyük adım, 1950 yılında çıkarılan 5710 sayılı Gaiplerin Mülkleri Yasası oldu. Bu kapsamda, yasanın çıktığı tarih itibarıyla 1 Eylül 1948’den önce ikamet ettiği yerde yaşamayan kişiler yani Nekbe sürecinde yerinden edilen kişiler “gaip” kabul edildi ve mülkleri İsrail’in mülkü haline getirildi. Bunu izleyen 1953 tarihli Toprak Edinimi Yasası ise devlet mülkü haline getirilen arazilerin askeri amaçlarla kullanılmasına ve üzerinde İsrail yerleşimleri kurulmasına olanak tanıdı. Takip eden yıllarda da yeni toprak transferlerine “meşru” çerçeve sağlayan yeni düzenlemelere gidildi.
1967 yılı İsrail’in egemenliğini tarihsel Filistin’in yüzde 78’inden yüzde 100’üne yaydığı bir yıl oldu. Haziran ayındaki Altı Gün Savaşı sonrasında Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs de askeri güç yoluyla işgal edildi. Üstelik Dördüncü Cenevre Sözleşmesi hükümlerince açıkça yasaklanan ve savaş suçu kabul edilen bir fiil de işlenerek, işgal edilen topraklara İsrailli yerleşimciler taşındı. Her yeni yerleşim biriminin inşası da yeni toprak gasplarını beraberinde getirdi.
Avrupa Birliği (AB) ülkelerinden ve hatta yer yer Amerika Birleşik Devletleri’nden (ABD) gelen itiraz ve tepkilere rağmen İsrail, işgal altındaki Batı Şeria’da yeni İsrail yerleşim birimleri inşa etmeye devam ediyor. Bu şekilde işgali hem kalıcı hale getirmeyi hem de konsolide etmeyi hedefleyen İsrail, 1950’lerden beri uyguladığı yöntemlerle Batı Şeria’da mülkiyeti Filistinlilere ait olan arazilere de el koymayı sürdürüyor.
Yalnızca birkaç gün önce, Netanyahu hükümeti Batı Şeria’nın Ürdün Vadisi bölgesinde 800 hektarlık dev bir toprak parçasını “devlet mülkü” haline getirmeyi kararlaştırdı. Yine Batı Şeria’nın muhtelif bölgelerinde pek çok köy, geride bıraktığımız yıllarda askeri bölge haline getirilmek üzere Filistinli köylülerin elinden alındı.
20. Yüzyıldan 21. Yüzyıla devredilen bu pratiklerde, askeri güç yoluyla Filistinlilere ait topraklar üzerinde siyasi hakimiyet kurulmasının ve “kanunlar” yoluyla Filistinlilerin arazilerinin ele geçirilmesinin birbirini tamamlayan iki araç olduğu görülüyor. Aynı zamanda, bugüne kadar gerçekleşen tüm toprak transferi süreçlerinde toprağın üzerinde yaşayan ve toprağı geçim kaynağı olarak kullanan yerli Filistinliler yaşadıkları yerden çıkarıldı.
Tıpkı toplu katliamlar ve tehcir gibi, mülksüzleştirme de bir etnik temizlik aracıdır. 1948’de etnik temizlik yoluyla kurulmuş olan İsrail, o günden beri hakimiyetini aynı araçları sistematik olarak kullanarak pekiştiriyor. İçinden geçtiğimiz süreçte dünyanın gözü Gazze’deki soykırıma ve yüzbinlerce kişinin yerinden edilmesine dönmüşken İsrail, Batı Şeria’da da etnik temizliği sürdürüyor.
[Dr. Selim Sezer, İstanbul Gedik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir.]
Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.